Ebeveynler çocukları üzülmesin diye bazı şeyleri saklarlar, anlatmazlar. Fakat burada kaçırdığımız bir şey var o da çocuklar her şeyi hissederler. Ne olduğunu bilmezler genelde ama bir şeylerin yolunda gitmediğini anlarlar.  Siz onlara belli etmemeye çalıştığınız halde onlar sizin davranışlarınızın, hal ve hareketlerinizin değiştiğini fark ederler. Bu nedenle çocuklar bu tarz durumlarda huysuzlaşabilirler ya da normalde olduğundan daha öfkeli, saldırgan olabilirler. Bu şekilde çocukların kafasını karıştırmak yerine çok basit, kısa bir şekilde olanların olumsuz da olsa çocuğun anlayacağı şekilde onu travmatik boyutlara getirmeden anlatılması lazım ki çocuk sakinleşsin. 




Aslında her şey Samuel Morse ‘un 1844’de ilk telgraf mesajını göndermesiyle başladı. Böylelikle uzun mesafeli iletişim gerçekleşmiş oldu. 1876’da Alexander Graham Bell’in telefon icadı başlıyor ve sonrasında 1907’de Le de Forest’in radyoyu icat etmesiyle devam ediyor ve neredeyse herkesin vazgeçilmezi oluyor. O kadar vazgeçilmez oluyor ki radyo İkinci Dünya savaşında neler olup bittiğini kaçırmamak için insanlar namaz ve ibadetlerini aksatmaya başlıyorlar. Televizyonun gündelik hayatımıza girmesiyle 2000’li yıllarda bilgi çağından, sosyal çağa geçiş yaşanmaktadır (akt. Tekeli, 2019). Sonrasında ise herkesin cebinde birer akıllı telefon ve sosyal medya macerası başlamış bulunuyor.

Bağımlılık kavramı günümüzde ikiye ayrılmıştır. Birincisi fizyolojik bağımlılık yani alkol, eroin, tütün bağımlılığı gibi. İkincisi ise davranışsal bağımlılıklar yani internet bağımlılığı, kumar bağımlılığı, seks bağımlılığı, televizyon ve oyun bağımlılığı ve sosyal medya bağımlılığı olarak nitelendirilmektedir (akt. Özmen, 2019).

Sosyal medya bağımlılığı davranışsal bağımlılıklar kategorisine girmektedir. J. Twenge üniversite öğrencilerine “Uyurken telefonunuzu ne yapıyorsunuz? Neden? Sorusuna aldığı cevaplar bağımlılık seviyesini çok iyi anlatıyor. Örneğin 20 yaşındaki Molly’nin vermiş olduğu cevap şu şekildedir: “Uyurken telefonun yanımda olması beni rahatlatıyor”. Yataktayken telefonuna baktığını söyleyen biri ise: “Yanlış bir şey, biliyorum ama karşı koyamıyorum,” diyordu (Twenge, 2017: 81-82).

Vaktinin büyük bir bölümünü (örneğin 5 saat ve fazlası) sosyal medya da harcayıp ve “onsuz yapamıyorum” gibi cümleler söyleyen, internet gittiğinde dünyası başına yıkılmış gibi davranan, huzursuz olma ve bir boşluk hissi yaşayanlarda bağımlılıktan söz edebiliriz. Günümüz insanları için bu ciddi bir problemdir.

Sosyal medya hakkında konuştuğumuzda akıllara ekrana bakma süresi ve onun zararları da geliyor. Mustafa Merter diyor ki: “Ekran zamanı günde 5 saat ve üstü olan ergenlerde intihar düşünceleri %48 oranlarındayken günde 1 saat ekran başında kalanlarda bu oran %28’e iniyor” (Twenge, 2017: 9). Hindistan’da TikTok adlı bir sosyal medya platformu kapatıldığı için bir genç intihar etmiştir. Bunun gibi bir çok örnek mevcuttur. Burada sosyal medya bağımlılığının bütün dünyayı ele geçirdiğini görmekteyiz.

Bence kendimize sormamız gereken bir soru var: “Ben neden kendimden kaçıyorum?”

-MAVİKALEM-




TDK'ya göre tevazu; alçak gönüllü, kendi değerini olduğundan aşağı gösteren, başkalarını küçük görmeyen, büyüklenmeyen (kimse) anlamına gelir. Düşünce özgürlüğü perspektifinde ben bilirimciliğin, humanizim başlığı altında bana dokunmayan yılan bin yaşasıncılığın kısacası ben merkezciliğin bunca arttığı günümüzde tevazu üzerine yapılan araştırmalar oldukça kısıtlıdır. Kişilik yapısı ve oluşumu, bireyin gelişimi ve çocuk eğitimi gibi konularda unutulmuş belki de hiç hatırlanmamış, akıllara dahi gelmemiş bir kavramdır tevazu. 
Psikolojinin tevazu kavramına olan ilgisizliği gerek trend psikolojinin din, erdem, ahlak gibi konularla ilgilenmemesi (Tangney; 2002) gerekse ortak bir tanım oluşturmanın ve mütevaziliği ölçmenin zorluğundan kaynaklanır. Tüm bunlara rağmen psikoloji yeni yeni tevazu ile ilgilenmeye başlamıştır. Araştırmacılar tarafından yapılan çeşitli tanımlar şu şekildedir: tevazu; kişinin kendini gerçekçi bir şekilde değerlendirebilmesi, yüce ve aşkın bir varlık karşısında aciz hissedebilmesi, geniş bir bütünün çok küçük bir parçası olduğunu görebilmesi, kendi benliğini unutması, insanların ve diğer canlıların kıymetini bilmesidir. Tevazu bireyin kendisini olduğundan küçük görmesi veya yetersiz hissetmesi değildir. Aksine kişinin kendi yeteneklerinin farkında olması bununla birlikte herkesin yetenekli ve değerli olduğunun bilincinde olması ve değerlerle çevrili bu dünyada sistemin küçük bir çarkı olduğunu idrak etmesidir.
İslam dinine baktığımızda gerek tasavvufta ilerlemenin gerek Kamil bir mümin olabilmenin yolunun ancak ve ancak mütevazilik ile olabileceği görülür. Tevazu yolun ilk adımı olmakla birlikte yol boyunca süre gelen bir imtihandır. Peygamber Efendimiz sallalahu aleyhi vesellem: "Kalbinde zerre kadar kibir olan Cennete giremez." (Müslim) buyurarak tevazunun zıddı olan kibrin afetini haber vermektedir. Dehşet verici bu afetten kaçınabilmenin şartı bireyin benlik iddiasından vazgeçmesi, aciz bir kuldan fazlası olmadığını idrak etmesi ve Müslüman (teslim olan) olmasıdır. İslam dininde tevazunun nasıl tanımlandığını anlamanın en güzel yollarından biri de hak dostlarının gönle ferahlık veren sözlerini ve dualarını incelemektir. Hazreti Mevlana: "Ben kul oldum, kul oldum, kul oldum. Ben aciz kul, kulluğumu ifa edemediğimden utandım ve başımı önüme eğdim. Her köle azad edilince sevinir. İlahi! Ben ise Sana kul-köle olduğum için sevindim."; Peygamber torunu Hazreti Hasan radiallahu anh ise duasında içli içli ağlayarak "Ya Rabbi! Senin küçük ve zayıf kulun kapına geldi. Allah'ım aciz hizmetçin kapına geldi. Ya Rabbi! Dilencin kapına geldi, Sen'in yoksulun kapına geldi!" diyerek kulluğun bir hiçlik, yokluk makamı olduğunu ve gerçek tevazunun ancak kul olabilmekle mümkün olduğunu gözler önüne sermektedir. Fudayl bin Iyaz rahmetullahi aleyh "Tevazu; ister cahilden, ister çocuktan olsun, doğru ve gerçeği duyduğun vakit, ona boyun büküp onu kabul etmendir."; Hasan-ı Basri Hazretleri ise "Tevazu, karşılaştığın her Müslümanın senden üstün olduğunu kabul etmendir." buyurarak tevazuyu öz ve derin bir incelikle tanımlamaktadır. 
İslam sadece sözlerle değil fiillerle de mütevazi olmayı emreder. Konuşmadan yürümeye her daim tevazu elbisesini giyinmeyi emreder. Tevazu sahibi olmanın insana kazandırdıklarını Mevlana Hazretleri şöyle izah eder: "Kılıç, boynu olanın boynunu keser... Gölge, yerlere döşenmiş olduğundan hiçbir kılıç darbesi onu yaralamaya muvaffak olamaz.","Tevazu sebebiyle sûretâ alçalsan bile, Allah senin gözlerine, doğru görmek basiretini ihsan eder..."; İmam Şarani ise "Bir manevi mecliste en çok istifade eden, orada en çok tevazu ve mahviyet gösterendir. Çünkü rahmet-i ilahi daima fakirü'l-meşreb, mütevazı kimselerin gönlüne nüzul eder. Görmüyor muyuz ki, yağmur suları bile daima çukurlar ve ovalarda toplanıyor, derelerde akıyor." diyerek tevazunun bir alçalarak yükselme hali olduğunu açıklamıştır.
Yapılan araştırmalar tevazunun bireyin bencilce eğilimlerini yonttuğunu, mütevazi insanların sevgi ve şükran gibi olumlu duyguları daha fazla; güvensizlik, utanç, güçsüzlük ve depresiflik gibi olumsuz duyguları daha az hissettiğini; mütevazi olmanın gerek birey gerekse toplum perspektifinde olumlu algılandığını ve faydalı olduğunu göstermektedir. 


Kaynakça:
Topbaş, O.N. (2015). Hak dostlarının örnek ahlakından. İstanbul:Erkam Yayınları
Saygın, Y. (2014). Üniversite öğrencilerinin tevazu düzeylerinin denetim odağı ve kişilik özellikleri açısından incelenmesi. Yayımlanmamış Doktora Tezi, Necmettin Erbakan Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü, Konya.
Yücel, E. ve Aslantürk, K. (2019). "Kendini unutmak:Psikoloji araştırmalarında tevazu." Psikoloji Araştırmaları, 39(1), 209-243.


-SİYAHKALEM-


Bellek; geçmiş yaşantıların, kazanılan bilgi ve becerilerin korunduğu ve depolanan verilerin gerektiğinde kullanılmak üzere tekrar canlandırıldığı bilişsel bir mekanizmadır. Birçoğumuz unutmaktan şikayet eder dururuz, bilgileri gerektiği zamanda bir türlü geri çağırmayı beceremeyiz. Kimimiz ise yaşadığımız anıların tamamen yok olup gitmesini isteriz. Bugün gizemlerle dolu belleğin sınırlarında dolaşacağız.
 
Her çocuğun bir hayali vardır: H.M'nin ise hayali büyüyünce beyin cerrahı olmak ve beynin işleyişini araştırmaktı. 1930 yılında geçirdiği trafik kazasında kafatası çatlayan H.M. ilk epilepsi nöbetini 10 yaşında geçirdi. Ergenlik çağında nöbetleri gittikçe sıklaştığında liseyi bırakmak zorunda kaldı ve otuzlu yaşlarının başlarında ameliyat olmayı kabul etti. O zamanlar hipokampusun görevi tam olarak bilinmese de duygularla ilişkisi olduğu düşünülüyordu. Dr. Scoville 1950'lerin başında yapmış olduğu ameliyatlarla hipokampuslarının bir kısmı alınan hastaların kişiliklerinde bazı değişimler meydana gelmesi dışında herhangi bir problemle karşılaşmadıklarını ve nöbetlerinin azaldığını gözlemlemişti.
Dr. Scoville, 1 Eylül 1953'te H.M.nin her iki hipokampusundan da 6,5 cm'lik parça çıkardı, işin vahim tarafı geriye kalan küçük parçaların da beynin diğer bölgeleri ile olan bağlantılarını kesti. Takip eden günlerde H.M. ailesini tanıyabiliyor, konuşabiliyordu. Nöbetleri yok denecek kadar azdı ve kişiliği değişmemişti. Hatta IQ'su dahi yükselmişti. Fakat belleği darbe almıştı. Ameliyat öncesine dair birkaç detay hariç hiçbir şey hatırlamıyor, yeni anılar oluşturamıyordu. Konuşması monotondu, yeni tanıştığı kişileri hatırlamıyor, aynı yorumları kelimesi kelimesine tekrar ediyordu. Kimse onu durdurmazsa üst üste defalarca kez kahvaltı edebilirdi. Tüm bunlar hipokampusun, yeni anıların oluşmasında ve depolanmasında beynin diğer bölümlerinden daha fazla katkı sağladığını gösteriyordu.
Daha sonrasında H.M. birçok bilimsel çalışmada yer aldı ve belleğin işleyişiyle ilgili birçok şeyi bilim insanlarına öğretti. H.M. ile ilk çalışmaları yapan Milner'dı. Milner, H.M.'ye bir insanın ilk yapışta zorlanacağı bir görev verdi. Herkes gibi H.M. için de görev oldukça zordu.  Milner aynı görevi 30 kere verdiğinde H.M artık görevi kolaylıkla yerine getiriyordu fakat daha önce bu görevi yaptığına dair hiçbir şeyi hatırlamıyordu. Hatta sonlara doğru şöyle demişti: "Tuhaf, çok zor olacağını sanmıştım ama oldukça kolay hallettim." Daha önce belleğin tek parça olduğunu düşünen sinir camiası için bu önemli bir buluştu. Bellek zaman, tarif ve olguları hatırlayan "bildirimsel bellek" ve bisiklet kullanma, imza atma gibi bilinçsizce anımsanan şeyleri kapsayan "işlemsel bellek" olarak ikiye ayrılıyordu. H.M.nin bildirimsel belleği hasar görmüştü bu nedenle yeni anılar oluşturamıyordu fakat işlemsel belleği çalışmaya devam ediyordu (daha önce yaptığı alıştırmaları hatırlamasa dahi tekrarlanan görevi kolaylıkla yerine getirebiliyor). Milner bir başka testinde ise H.M'den 584 sayısını olabildiğince uzun bir süre aklında tutmasını istemişti. 15 dakika sonra odaya geri döndüğünde H.M. sayıyı hatırlıyordu. Peki bu nasıl olmuştu? H.M. 15 dakika boyunca sayıyı içinden tekrar etmişti fakat tekrar eden deneylerde H.M. dikkati dağılırsa değil sayıyı bir şeyi hatırlaması gerektiğini dahi bilmiyordu. Bu kısa süreli belleğin varlığına yönelik ilk ipucuydu, üstelik H.M.nin hala sahip olduğu kısa süreli bellek ile yitirmiş olduğu uzun süreli belleğin beyinde farklı yapıları kullandığını gösteren önemli bir delildi.
H.M 20 saniyeye kadar zamanı her sağlıklı insan gibi hesaplıyordu fakat onun için 5 dakika 40 saniyeydi, bir saat 3 dakika, bir gün ise 15 dakika kadardı. O yeni kavramları hiçbir zaman öğrenemedi, ameliyat sonrasındaki doğum günlerini ya da cenazeleri hiçbir zaman hatırlamadı. 82 yaşında solunum yetmezliği ile yaşamını yitirdiğinde belleği hâla 1940'lardaydı. O, beyin cerrahı olamadı fakat beyni sinirbilimciler tarafından en fazla araştırılan beyin olarak tarihe geçti.

.   .   .   .   .

Moskovalı Gazeteci Solomon Shereshevsky ne editörünün kendisine verdiği karmaşık talimatlar sırasında ne de yaptığı röportajlar sırasında asla not almıyordu. İyi bir gazeteci değildi. Bir sabah yine  kağıt kalemsiz Solomon'un neşeyle başını salladığını gören editör sinirlendi ve ona söylediklerini tekrar etmesini istedi. Solomon söylenenleri kelimesi kelimesine tekrar etti, üstelik editörün o sabah söylediği her şeyi. İş arkadaşlarının şaşkın bakışları onu sinirlendirdi, ne yani herkes söylenenleri kelimesi kelimesine hatırlayamıyor muydu?
Bu olaydan sonra Solomon genç sinir bilimci Luria ile görüşmeye başladı. Solomon rastgele söylenen otuz, elli, yetmiş kelime ya da rakamı baştan sona ya da sondan başa sayabiliyordu. Kendisine İtalyanca okunan bir metni İtalyanca bilmemesine rağmen tonlamasıyla birlikte ezbere söyleyebiliyordu, üstelik 15 yıl sonra dahi! Nabzını hızlandırabiliyor, kendini terletebiliyordu. Elinin sobaya yaklaştığı bir zamanı hatırlayarak bir elinin ısısını artırırken buz dolu bir kapta olduğunu hayal ederek diğer elinin ısısını düşürebiliyordu. Fakat o da kendisiyle benzer duruma sahip birçok kişi gibi hayatı boyunca başarılı olamadı. Tek bir kelime dahi onun beyninde müthiş sinestetik bağlantılar kuruyordu ve bir kitaptan iki üç satırdan fazlasını okuyabilmek mümkün değildi. Konuşmalar olmadık yerlere gidiyordu. Hafızası asla unutamadığı bir çok anı, konuşma, kelime ve sayılarla doluydu. Bir yaşından önceki yaşamını dahi hatırlıyordu. Bir gözlemcinin dediği gibi "Zihni izlenimlerden oluşan bir hurda yığınına dönmüştü." O da tıpkı H.M. gibi çaresiz, şaşkın ve bir pusun içerisinde yaşamını sürdürdü.

Kaynakça: İnsan Beyninin Gizemi-Sam Kean


-SİYAHKALEM-  
  


Psikoloji’de herkesin bildiği bir kuramcı olan Freud insanların iki temel içgüdü olan cinsellik ve yıkıcılık tarafından yönlendirildiğini ifade etmiştir.


Kur’an-ı Kerim'de bir çok ayette insanlar hakkında şöyle söylenmektedir. Mesela Şems suresi 8-10 ayetlerde:  “Ona (insanın nefsine, öz benliğine) kötülük ve iyiliği idrak kabiliyetini ilham edene yemin olsun ki, nefsini (kötülüklerden) temizleyen gerçekten kurtuluşa ermiştir. Onu kirletip (kötülüklere) gömen de hüsrana uğramıştır.”


Freud’un ifadesinde dikkat çeken nokta “yıkıcılık” özellikle saldırganlık anlamı taşır. Kur’an-ı Kerim’e baktığımızda insanın içinde hem iyiliği hem kötülüğü anlayabilecek bir kabiliyet olduğunu bildirmekte. Yani bu iki durum içimizde var ve yönlendirmek yine bize ait bir mesele.


Kurban kesme ibadeti Müslümanların çok özel bir ibadetidir. Burada bir katliam ya da bir cinayet söz konusu değildir, olamaz da çünkü seçilen hayvanlar (koyun, inek vs.) nesli tükenmeyen hayvanlardır. Mesela Danimarka’da yıllık balina avı sezonu kapsamında yüzlerce nesli tükenmekte olan balina katlediliyor. Burada kurban kesme ibadetine karşı çıkan insanlar aslında neye karşı çıkıyor önce onu sorgulamak lazım.


Dünyanın bir çok yerinde farklı “kanlı” sporlar yapılmakta. İspanya örnek verilir genelde çünkü İspanya’da insanlar her sene boğa güreşleri yapmakta ve bu güreşlerden sonra yüzlerce insan çok ağır darbelerle ölmekte ve insanlar yine de bu geleneği zevkle izlemektedir. Bunun dışında “kanlı kafes dövüşleri” adı altında yapılan dövüşler veya boks maçlarında yılda 300 bin insan ölmekte. Ve çok eskilere gidecek olursak Roma İmparatorluğu zamanında gladyatörler ve köleler dövüştürülürdü insanları “eğlendirmek” için.


Üstte yazılan şeylere baktığımızda saldırganlık içgüdüsünü çok zararlı bir şekilde ortaya çıkarmaktadır. Tarihçi Karl Marks Gemberi diyor ki: “Kurban kesilen milletler savaşlarda, kurban kesmeyenlere göre daha az kan akıtıyorlar. Haçlılar Kudüs’e girdiği zaman binlerce Müslüman’ı kılıçtan geçirdiler. Atların dizlerine kadar insan kanına battığı söylenir. Selahaddin Eyyûbi, Kudüs’e girdiğinde, ‘İsteyen şehri terk etsin. Kimseye dokunulmayacak, isteyen kalsın’ demiştir. Ordusu da bu emre uymuştur.


Buradan şu sonuç çıkabilir; Kurban kesme ibadeti saldırganlık içgüdüsünü kaldıran bir ibadettir. Selami Çalışkan’ın dediği gibi: “Kurban kesenlerin, kan akıtmak suretiyle bu içgüdüleri törpülenir. İnsan rahatlar.”


Fakat bu demek olmuyor ki kurban kesme ibadeti sadece saldırganlık, yıkıcılık ihtiyacımızı gideren bir ibadettir. Adem Güneş’in de dediği gibi: “Şiddet bir ihtiyaç değil, sonuçtur. Şiddet duygusu ancak kin, nefret, öfke gibi insanı tahrik eden dürtülerin uyanması ile ortaya çıkan bir sonuç davranıştır.” Aynı zamanda Kurban ibadeti merhamet, şefkat ve sevginin de yeri olduğu büyük bir ibadettir. Çünkü Peygamber Efendimiz (sav) bir çok hadisinde söylediği gibi kurban olacak hayvana merhametli yaklaşılmalı hatta kesme işleminde kullanılacak bıçak dahi hayvana gösterilmemelidir.


Sonuç olarak Kurban bayramı insanı iyiye götüren ve kötülükten alıkoyan, içinde birçok psikolojik denge sağlayan bir ibadettir.


-MAVİKALEM-


Hayatınız boyunca çocuğunuza ne yapması gerektiğini söylediniz. Ya da o sussun diye istediğini verdiniz. Bu süreç onun ilerideki sosyal hayatını ve/veya daha önemlisi kendi benliğini oluşturduğunda ne kadar zorlanacağını hiç düşündünüz mü?

Çocuk yetiştirmenin ne kadar önemli olduğunu çoğu ebeveyn biliyor. Fakat çocuk yetiştirirken yaptıkları hataların farkında olmalarına rağmen birçok ebeveyn çocukla ‘uğraşmak’ istememektedir. Örneğin bir çocuk sürekli istediği şeyi elde etmek için bağırıyorsa anne o isteğini gerçekleştirdiğinde ‘bağırtıdan’ kurtulmuş oluyor fakat ertesi gün veya bir saat sonrasında bile aynı durumla karşılaşma ihtimali neredeyse yüzde yüz! Peki bu durumda kim daha kârlı? Tabi ki çocuk. AMA GEÇİCİ BİR SÜRE.

Sizce çocuk eline her an istediğini verdiğinizde veya onunla yüksek sesle konuşup sözünüzü geçirmeye çalıştığınızda bundan bir şeyler öğrenecek midir? Bir çocuğun yaklaşık yedi yaşına kadar karakterinin %85’inin oluştuğunu söylüyor bilim adamları. Buradan şu sonucu çıkarabiliriz: çocuğunuzun kişiliğinin yere sağlam basmasını istiyorsanız eğer istediği her şeyi elde etmesine müsaade etmek ve/veya sizin bir isteğinizi zorla çocuğa yaptırmak onun kişilik oluşumunu olumlu yönde etkilemeyecektir. Kısacası çocuğunuza çok bir şey katmayacaktır ve bu çocuğa hiç bir şey öğretmeyecektir. Yani hem siz hem de çocuk için sonuç olumsuz olacaktır. 

Oyun terapisi kurucularından Garry Landreth'ın kendi çocuklarında keşfettiği ve tüm dünyaya gösterdiği bir yöntem var. Seçim teorisi. Seçim teorisinde önemli olan şey küçük çocuklara küçük seçimler, büyük çocuklara ise büyük seçimler vermektir. Burada aslında hem ebeveyn hem de çocuk kazanıyor. Yani sizin kontrolünüzde kendi seçimini yapmış oluyor. Bir örnek: Çocuğunuz (3 yaşında) geç vakitte bir kutu kurabiyeyi eline aldı ve yemeyi planlıyor. Siz seçim teorisini uyguladığınızda şunu diyorsunuz: “Kızım/oğlum kurabiyelerden bir tanesini yemeği seçebilirsin ya da bütün kurabiyeleri mutfağa koymayı seçebilirsin. Hangisini yapmayı seçiyorsun?”

Başka bir örnek: Çocuğunuz (8 yaşında) kardeşiyle kavga ediyor. Siz seçim teorisini uyguladığınızda: “Oğlum/ kızım kardeşinle kavga etmeyi seçersen yarın parka gitmemeyi seçmiş olursun eğer kardeşinle kavga etmemeyi seçersen yarın parka gitmeyi seçmiş olursun.”

Fark ettiyseniz yukarıda da bahsettiğim gibi küçük çocuklarda iki kere seçim kelimesi kullanılıyor büyük çocuklarda dört kere. Burada özellikle “seçim” kelimesi kullanılması gerekiyor çünkü çocuğun seçimi olduğu için sonucuna da katlanmayı öğreniyor zamanla.

İlk başlarda bir kaç kez zorlanabilirsiniz. Yeni şeyler denemek zor gelebilir bu yüzden hemen pes etmeyin bu çok doğal bir şey. Ama sabrettiğinizde hem kendiniz hem de çocuğunuz için ne kadar önemli bir şey yaptığınızı göreceksiniz.

Seçim teorisinin çocuklarınıza kendi seçiminin sorumluluğunu almayı öğretir bu da özdisiplin için oldukça önemlidir, karar verme yeteneği gelişir, ileride ki sosyal hayatını olumlu yönde etkiler ve daha birçok kazançları vardır.

Not: Çocuklarınıza seçenek sunduğunuzda bu seçenekleri siz yani ebeveyn belirlemelidir. Örneğin çocuğunuzun kıyafet seçmesini istediğinizde siz iki takım seçiyorsunuz yani siz belirlemiş oluyorsunuz ve çocuğunuz o iki seçenek arasından kıyafetini seçmiş oluyor.


-MAVİKALEM-





Küresel bir tehdit altındayız. Kaygı uyandıran bu tehdide karşı gerek devlet çapında gerek birey çapında hepimiz çeşitli tedbirler almaya çalışıyoruz: Evden çıkarken maskelerimizi takıyor, sosyal mesafemizi korumaya çalışıyoruz, kimilerimiz yanında dezenfektan veya kolonya taşıyor, kimilerimiz eldiven takıyor ve hatta gün geliyor iki hafta kendimizi karantinaya alıyoruz... Biliyoruz ki aldığımız tedbirler bireyselliğin ötesinde vatandaşlık görevimiz: dünya vatandaşlığı.
Hiç kendine sordun mu: koronavirüsten korunmak için verdiğin bunca çabanın içerisinde haramlardan korunmak için ne tür tedbirler alıyorsun?
Belki hiç olmadığın kadar boş zamana(!) sahipsin, belki de başını kaşıyacak kadar dahi vaktin yok. Peki, tüm bu debdebenin içerisinde gözünü, dilini, kulağını... haramlardan korumak için tedbirlerini alıyor musun?
Dışarıda gezerken, TV izlerken, telefonunla oyalanırken harama bakmamak için öncesinde ne gibi hazırlıklar yapıyorsun?
Dedikodu yapılan ortamda kalabalık ortamda duyduğun kadar kaygı duyuyor musun yoksa dedikodudan zevk mi alıyorsun? Dedikodu yapan kişiye maske takmayan birine gösterdiğin kadar olsun tepki gösteriyor musun? "Tak maskeni, Aman! Korona var." dediğin gibi "Tut dilini! Cehennem var." diyor musun?
Boş vaktin getireceği rehavet seni koronavirüse yakalanmaktan daha çok korkutuyor mu?
Faizden kalabalıktan kaçar gibi kaçıyor musun?
Namazı kaçırmak kapı komşunun korona olması kadar seni dehşete düşürüyor mu? Yoksa sen de içi temiz olanlardan mısın?

Gerçekten yeni bir küresel tehdit altında mısın yoksa var olan tehdidin farkında dahi değil misin?

Belki de ne için yaşadığını düşünmenin vakti çoktan gelmiştir.

Çok geç olmadan...




-SİYAHKALEM-